4.2.13

İnsan dünyanın efendisidir




 
Şu sırada sosyal medya denen şeyde çok gezinen bir videoymuş.















3.12.12

Norveç'e Yardım





Şöhret uğruna yardım kampanyası düzenleyen özellikle 1., yani 'gelişmiş' dünya ülkeleri vatandaşlarına ithaf edilmiş. Ayrıntılı bilgi için www.africafornorway.
YouTube'da çıkan yorumların da okunmasını öneririm.

1.12.12

erkeklikleri dünyayı batırdı...

Sertleşme sorunu

Ertuğrul ÖZKÖK
28.11.2012 (Hürriyet)
MEHMET Bey, Sayın Barlas;

Sakın başlığa bakıp yine öfkelenmeyiniz.
Konu, sizin sinirinizi bozan o malum sıvının çıktığı organla ilgili değil.
Yani, “sertleşme” dediğim şey sizin sorununuz değil.
Ortak bir arkadaşımızın sorunu...
Duydunuz mu, Hasan Cemal’in sertleşme sorunu varmış.
Sakın onun özel hayatına girdiğimi, mahrem bir sorununu ifşa ettiğimi sanmayın.
Neticede sertleşme sorunu varsa kendini ilgilendirir.
Ama dün yazısında kendi itiraf etti.
  
* * *

Yazısında Başbakan Erdoğan’ı eleştiriyor. Eleştiriyor ve şöyle bir cümle ile bitiriyor:
“Yazı uzadı, burada kesiyorum.
Çünkü uzadıkça sertleşiyorum...”
Ben bu ifadeden şu sonucu çıkardım.
Hasan Cemal sertleşmekten korkuyor.
Erkekler genellikle sertleşmemekten korkar ama o sertleşmekten korkuyor.
Canım, herkes korkuyor.
İşini kaybetmiş yazarlar köşelerine çekilmiş otururken...
Silivri, bir zamanların Diyarbakır’ından, Sincan’ından daha haşmetle orada dururken, Maliye müfettişleri ellerinde ceza fişleri ful-time beklerken, telekulaklar
yatak odamızda fink atarken, niye korkmayacağız ki...
Korkarız elbette...
  
* * *

Şaşırmamın nedeni şu:
Daha dün, 1915 Ermeni olaylarına “Soykırım” demekten bile korkmayan...
12 Eylül’de koskoca Evren Paşa’ya karşı sertleşmekten çekinmeyen, Cemal Paşa’nın cesur gazeteci torunu Hasan Cemal bugün neden sertleşemiyor?
  
* * *

Onun da cevabını buldum.
1980’lerde gençtik...
Sertleşme sorunumuz yoktu.
Galiba yaş ilerledi, sertleşemiyoruz.
Acı gerçek şu: Artık Viagra alma zamanımız geldi.
Biraz vicdan viagrası, biraz demokrasi viagrası alıp bu sertleşme sorununu aşmamız gerekiyor.

-  EDİTÖRÜN NOTU: Ertuğrul Özkök’ün yazısında, Mehmet Barlas’ın hassasiyetini dikkate alarak  yazmaya çekindiği o malum kelime “sperm”dir. Bazı okurlarımızın daha önceki polemiği izlememiş olmaları ihtimaline karşı bu notu koymayı gerekli gördük.

Erdoğan gidince yine sevişmeye başlayacağız
HASAN Cemal’in yazısını okuduktan sonra kendi kendime bir karar aldım.
Bundan böyle yazı yazmaya başlamadan veya televizyona çıkmadan önce iki kadeh şarap içeceğim.
Sertleşme sorunumu, Viagra yerine böyle bir maddeyle çözmeye çalışacağım.
Şimdi okuyacağınız yazı, aldığım kararın ilk uygulaması olacak.
  
* * *

Erdoğan’ın Kanuni Sultan Süleyman çıkışını öğrendiğim an şu duyguya kapıldım.
Başbakan hızla “Evrenleşiyor”...
Yaşı müsait olup da 12 Eylül dönemini yaşayanlar hatırlayacaktır.
Evren yurt gezilerine çıkar ve meydanlarda aklına ne gelirse söylerdi.
Evin otoriter babası gibiydi. Hepimizi azarlar, nasihat çekerdi.
“Asmayıp da besleyelim mi” vecizesi de işte böyle duygusal anlarından birinde ağızdan çıkmıştı.

* * *

Onun bu konuşmaları, sonunda zengin bir mizah edebiyatına yol açmıştı.
-  O konuşmalar Türk siyasi tarihine “Netekim edebiyatı”nı doğurmuştu.
Buna benzer bir mizah tsunamisi de eski 12 Mart döneminde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay zamanında  ortaya çıkmıştı.
-  Onunkiler de Türk siyasi tarihine “Öküz külliyatı” olarak geçti.
Her ikisi de rejimin otoriterleştiği, baskının alabildiğine arttığı dönemlerdi.
  
* * *

Bir sosyolog olarak, şimdi ufukta benzer bir dönemi görüyorum.
-  İlk işareti de Leman dergisinin yayınladığı “Savaşa hayır özel sayısı”ydı.
Bugüne kadar Gırgır dönemi de dahil gördüğüm en başarılı mizah örneklerinden biriydi.
Türk mizahı otoriter dönemlerde yıldızlaşır.
“Muhteşem Yüzyıl” tartışmasından sonra son iki gündür yazılanlara bakıyorum, inanılmaz mizahi eleştiriler var.
Yakın tarih bize gösterdi ki otoriter rejimlerin çöküşü, böyle bir mizah tsunamisiyle başlıyor...
Sadece medyada değil, halk arasında da çok yaratıcı bir mizah başlıyor.
Bunun güzel bir örneğini geçen gün bir arkadaşım şu sözleriyle verdi:
“Erdoğan gidince yine sevişmeye başlayacağız...” 

NOT: Ben de yazıyı kısa kesiyorum, yoksa sertleşmeye başlayacağım.

******************************************************************************

Yazıyı bir vatandaş gözüyle okurken çok güldüm. Artık mizah boyutuna geçtiğimizi görüp sevindim (son on yıldır mizah nereye kayboldu diye çok üzülüyordum).
Öte yandan bu yazı dünyayı insanların diğer yarısı adına da yönetenlerin nelerinden güç aldıklarını bir kere daha görmesi açısından da  ilginç doğrusu.
Tanrı erkeği hayvanların, bitkilerin, dağların,taşların, yani canlı cansız her şeyin efendisi ilan etmiş. Onlar da yönetiyor. Kudret macunu ya da Viagra yardımıyla, fark etmez, yönetiyor.
İnsanlığın diğer yarısı bu işe ne zaman dur diyecek acaba...

3.5.12

Süse püse kanmak

Bu benim geçen hafta bir çiçekçiden aldığım adını bilmediğim bir çiçek.












Bu bizim bahçede yetişen bir ot. Benzerlik bariz, değil mi? Ama yukarıdakini saksılara koyup allayıp pulladık. Bunu ise yola yola bir hal oluyorum.
Bahçedeki otlara biraz daha saygı mı duymak gerekiyor yoksa.

Markete gittim...

NTV'nin nasıl olup da yayınlandığını bir türlü çözemediğimiz (zaten yalnızca iki ya da üç kez yayınlandı)  "yemek" programında Defne Korutürk (Lüfer kampanyası!) elinde bir büyüteç, market raflarında gezinir ve eline aldığı abur cuburların içindekileri okur ya... Hemen kendime de  o kredi kartı büyüklüğündeki büyüteçten bir tane edinip sepete atmadan önce yüksek sesle her malın içindekilerini okumaya başladım. Çok fazla anlamak gerekmiyor. Tatlandırıcı, süt tozu sözcükleri başlangıç için yeterli. Okumayı bile beceremediğimiz o bir sürü kimyasal katkı maddesini peşpeşe okurken okurken... Bir gün bir baktık, marketlerde en büyük reyonu işgal eden aburcubur koridorlarının semtine bile uğramıyoruz.
Her lokmayla  ne olduğunu asla bilmediğimiz kimyasal bir şeyler mideye indirdiğimiz düşüncesi insanda iştah falan bırakmıyor.
Hadi abur cuburdan kurtulmak kolay. Olmadı evde yaparsın. Hem zaten yemesen de olur. Belki o sayede fazla kilolarından da kurtulursun. Bir taşla iki kuş...
Gelelim diğer temel gıdalara...
Sosis sucuk salam... Bunlara zaten daha önce elveda demiştik. Artıklardan  yapılıyorlar ya... (Geçen gün okudum, yüzde yüz dana sucuklarından birinde  yüzde yüz tavuk artıkları bulunmuş)...
Peynirler... O ne? İçinde süt tozu var.  (Ya da mahalle mandırasından öğrendiğimize göre içine süt bile koymadan peynir imal etmek mümkünmüş. Yaşasın kimyasallar. Piyasayla rekabet edebilmek için onlar da ucuz türleri öyle yapıyorlarmış. Zaten tost yapıyorsun, ya hiç erimiyor ya eriyor ama iki saniye içinde dişlerini kıracak sertlikte donup kalıyor. Lezzete gelince?... ) En son ne zaman şu bildiğimiz beyaz peynirden, hani şu doğru dürüst kesilemeyen, hemen dökülüp dağılan, milli gıdamız beyaz peyirden, yaban ellerde onca peynir arasında yaşarken bile özlemiyle kavrulduğumuz beyaz peynirden yediğimi hatırlamıyorum. (Galiba 10-12 sene önce Beyoğlunda bir bakkalda bulmuştuk.) Kaşardan söz etmeyeceğim bile. Hani şu eski kaşardan...
Peynir reyonunu da geçtik. (Zaten biz mandıramızdan memnunuz.)
Neyse uzatmayayım.
Sonunda doktorun biri (Dr Yavuz, soyadını unuttum, şu Taş Devricilerden...) televizyonda çıkıp markete gitmeyin dedi. "Marketten hiçbir şey almayın. Ne süt ne peynir ne de ekmek. Bulgur yiyin, mercimek yeyin" (pişirince doygun sarı renk alan o bizim eski mercimeklerden bulan varsa lütfen haber etsin, dibindeki menşei Türkiye yazısı bile inandırıcı değil, mercimek çorbalarımız kara bir su oluyor).

16.4.12

Başlıksız

Et Nedir




Pazara Çıktım...

Dün pazara gittim. Kocaman bir pazar. Bütün çevre köylerden geldiği gibi _yani köylü malı_ profesyonel pazarcıların Antalya, Fethiye seralarından taşıdıkları sebzeler, meyveler, yağ, yumurta, peynir... Ne ararsan var. Ve tabii çilek... Ne zamandır bekliyordum. Oysa Ocak ayından beri tezgahlarda boy gösterip duruyor. Neredeyse elma büyüklüğünde. Renkleri de bir garip, şekilleri de. Bordo renkli külahlar... Üstleri de sarı sarı çekirdeklerle kaplı. Nisan ayı geldi, belki bildiğimiz  şekli ve renginde bulurum artık diye umuyorum. Ne de olsa şimdi tam mevsimi. Çocukluğumdan beri bir sıram vardır. Önce çağla çıkar, sonra erik. Çilek ve yeni dünyada kafam biraz karışıyor. Yeni dünya önce çıkar diye hatırlıyorum, oysa burada yeni dünya çok çok daha geç pazara düşüyor, neredeyse kirazla beraber. Neyse işte. Çağlamı çoktan yedim. Erikleri en azından minik torbalara tıkıştırılmış olarak gördüm (dişler ne yazık ki anılara izin vermiyor). Artık sıra çilekte.
Koca pazarı gezdim. Her zaman gittiğim tezgahta şekli rengi pek tutmasa da kokusu nispeten benzeyen çileklerden aldım. Eskiden olsa, yani daha iki sene önce torbanın yarısını fark etmeden gövdeye indirmiş olurdum. Bir tane attım ağzıma... 
Bazen gerçekten durumu anlayamıyorum. Eskiden büyüklere kızardık. "Nerde o eski..." diye başlayan cümlelerle kafamızı şişirip dururlardı. Eşim geçen gün aslında bizim büyüklerin öyle şeyler söylemeye hiç hakları olmadığını söylüyordu. Gelsinlermiş de şimdi alış veriş etselermiş. Yoğurtlar yoğurt değil, peynirler peynir değil. Eski kaşar tarih oldu. Taze kaşarın içinde süt yok. Karpuzu kabağa aşılıyoruz, biberlerin kabukları diş kıracak kadar sert. Yüzde yüz dana sucuklarından en iyi halde tavuk çıkıyor. Geçen gün pastırma pişirdik, ev nedense sucuk koktu. Daha sayayım mı?
Eve gelir gelmez bahçede kaplumbağlarla paylaştığım çileklerin yanına koştum. Etraflarını talaşlarla kapladım. Yere değen henüz olmamış meyveleri bu talaşların üstüne yerleştirdim. Böceklenmesini engellemek için diktiğim sarımsakları kabarttım. Latin çiçekleri de sarı kırmızı turuncu çiçekleriyle hem göz dolduruyor hem de neden bilmem çileklerin tadını ballandırıyor. (Latinlerin hem yapraklarını hem çiçeklerini hem de tohumlarını salata olarak yiyenler var.  Ben güzelliklerini seyretmeyi yeğliyorum.) Çileklerin arasında Osmanlı çileği bile var. Minik, yuvarlak ve mis kokulu...
Kararlıyım. Bu yıl kaplumbağalar avuçlarını yalayacak. Hepsini biz yiyeceğiz.